Son romanı ‘Adı Mercan’da 2. Dünya Savaşı’nda İran’a sığınan Yahudilerin öyküsünü anlatan Shahzadeh N. İgual, “Göç hikayelerinin coğrafyası neresi olursa olsun özü hep acı, hep hasrettir” diyor.
Shahzadeh N. İgual’ın son romanı ‘Adı Mercan’da gerçekle kurgu iç içe geçiyor. Yazar bu kez 2. Dünya Savaşı yıllarında ülkelerinden sürülerek İran’a sığınmak zorunda kalan Polonyalı Yahudileri anlatıyor. İgual ile ‘Adı Mercan’ı, göçmen olmanın anlamını ve İran’ı konuştuk.
2. Dünya Savaşı sırasında İran’a sığınan Polonyalılar en azından Türkiye’de çok iyi bilinen bir konu değil. Tarihin bu acı kesitini yazma fikri nasıl ortaya çıktı? Bu konuyu araştırıp yazmaya yönelten neydi sizi?
Bambaşka bir hikayenin izini sürerken, tüm dünyanın Thonet dediği belli bir sandalye tipine Tahran kafelerinde Polonya sandalyesi denmesi takıldı aklıma. Hikaye bu soruyla başladı… Bu konu Polonya üniversitelerinde tarih müfredatında yer alırken, İran’da az çok hatırlanıyor ama Türkiye’de tarihçilerin dahi ilgi alanına hiç girmemiş…
“HİSSETTİKLERİMİ KALEME ALDIM”
Romanınızda yaşanmış pek çok öykünün peşinden gidiyorsunuz. Bu, sizin için nasıl bir yazı yolculuğuydu? ‘Adı Mercan’ı yazmak size neler kattı ya da sizde neleri değiştirdi?
Göç hikayelerinin coğrafyası neresi olursa olsun özü hep acı, hep hasrettir. Hep bırakmışlık, bırakılmışlık, vazgeçmişlik, vazgeçilmişlik. Hulasa göçenlerin lisanı değişse de anlattıkları hep aynı. Helena, Lola, Rahel Lehçe konuşuyorlar, ben ise Farsça ama “Evlerimiz bombalandı, yurdumuzdan, sevdiklerimizden edildik, yollara koyulduk, yeni hayatlar kurduk, yeni aşklara düştük” diyoruz… Yaşadıklarımın tekerrürü, bazen daha acı, bazen daha ateşli, bazı unutulmuş detayların hatırlandığı, küllenmemiş duygularımın yeniden alevlendiği, işgalciye kızgınlığımın bir o kadar daha güçlendiği aşina bir yolculuk oldu bu. Hissettiklerimi kaleme aldım.
İran, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra on binlerce Hristiyan ve Yahudi Polonyalıların yeni yurdu oldu ve onlara yeni bir yaşam verdi. Peki, bu Polonyalı göçmenler İran’ı sosyal ve kültürel bakımdan nasıl etkiledi? Onlardan kalan izler neler?
Onlar halı dokumayı, biz piraşki’den (piroşki), ponçik’e yeni atıştırmalıklar pişirmeyi öğrendik. Reşt, İsfahan, Tahran, Kazvin, Ahvaz’da Polonya mezarlıkları, kimi şehirlerde yüzyıllardır var olanlara Polonyalılarca eklenen yeni kilise ve sinagoglar var. Örneğin Tahran’da göçmen kampının bulunduğu yerde sonra Varşova Parkı inşa edildi. Ahvaz’da Farsçada ‘Polonyalılar Kampı’ anlamına gelen Kempolo adında bir semt var. O dönemde kurulan İran-Polonya Dostluk Derneği günümüzde çok etkin, Polonya üniversitelerinde Fars dili ve edebiyatı bölümleri revaçta, her mayıs ayında İran’da her iki ülkenin ileri gelenlerinin katıldığı anma törenleri düzenleniyor. İran kafelerinde de hâlâ Leh sandalyeleri kullanılıyor, Polonya patiserileri hazırlanıp sunuluyor.
Sizin de bir göçmenlik geçmişiniz var. Küçük yaşlarda ailenizle birlikte İran’dan Türkiye’ye göç ettiniz. Romanınızın gerçek yaşamdan alınan karakteriyle kendi geçmişiniz arasında bir bağlantı kurdunuz mu yazarken?
Bu soruya romanımdan bir kesitle cevap vermek isterim:“… Salonun penceresinden sokağa, İngiliz Sefaretinin duvarlarına ve rahatça görünen bahçesine bakıyorum. Neler geçiyor içimden neler! İran’ı terk etmeden önceki yıllara, savaşa ait bin anı birden hücum ediyor aklıma. Zihnim girift, ruhum öfkeli. Yüreğimde savaşlardan, sürgünlerden müteneffir bir kız çocuğu var. Giderken burada, Tahran’da bıraktığım bir kız çocuğu. Büyümemiş o ihtiyar çocuk. Turuncu kazağı var üstünde. Kolundan tutup götürdükleri gün nasıl ağladıysa, boğazı o kadar dolu hâlâ. Genzinde duman kokusu, kulaklarında patlıyor kırmızı sirenler ihtiyar çocuğun. Bu şehirde bıraktıklarının peşini bırakalı bin yıl olmuş ama dönmek istiyor evine, okuluna, oyun parkına. Benziyor bu kız Helena’nın çocukluğuna. O, savaşın bittiği şehrinden götürülürken, Helena da savaşa teslim olmuş kentinden koparılmış. Onu da başka birileri başka bir yerlerden sürmüş ta buralara. Sürülmüşlerin en acı çekenidir çocuklar. Helena da dilini bilmediği bir toprağa gelmiş, annesiyle, tıpkı o kız çocuğu gibi. O da ‘Döneceğiz şehrimize’ diye avunmuş senelerce, o kız çocuğunun içinde taşıdığı umut gibi. Helena dönmedi kentine, o kız da iki şehir arasında kaldı, iki şehir arasında yaşlandı…”
Halen İran’daki Hristiyan ve Yahudi toplumlarının durumu nedir? Kendilerini baskı altında hissediyorlar mı? İbadetlerinde ve yaşam biçimlerinde özgürler mi?
Yıllar önce Tahran’da Yahudi mahallesi tabir edilen bir semtte dolaşırken, bir sinagogun kapısını açık görüp girdik. İçeride bir düğün merasimi vardı. İçeri buyur ettiler, şaşırdık. Şarap ve atıştırmalıklardan ikram ettiler, sohbete koyulduk. Hahama ilk sorumuz, tüm dünyada sinagogların kapısı kapalı ve güvenlik önlemleri sıkıyken, onların kapılarının nasıl açık olduğuydu. Cevap kısa ve netti: “Siz hiç kapısı kapalı cami gördünüz mü kızım?” İran’da sadece Katolik ve Yahudilerin değil, Gregoryen Ermenilerin ve tabii Zerdüştlerin ve tüm dinlerin de bayram ve özel günleri hep birlikte, hem de en düzeyde tebrik edilerek kutlanıyor ve gündelik yaşamın, takvimin bir parçası olmuş vaziyette. Yıllar önce bir vesileyle tüm dindaşlarını kendileriyle birlikte İsrail’de yaşamaya davet eden İran kökenli İsrail başkanına, İran Yahudi cemaatinin sayın başkanı saygın başhekim beyefendinin verdiği cevabı hiç unutmuyorum: “Biz de bu vesileyle İsrail’deki tüm vatandaşlarımızı bizimle birlikte ana vatanlarında yaşamaya davet ediyoruz.” Türkiye’nin yurt dışında ne denli yanlış tanındığını bizzat yaşayarak deneyimliyorum, aynı coğrafyanın bir diğer parçası İran’ın 43 yıldır çok daha ağır bir dezenformasyon baskısına direndiğini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyorsa da bazen boş bulunuyoruz…
“BAŞINDA BİR ŞAŞIRMA, SONUNDA BİR SORGULAMA”
Siz, İran’a kültür ve edebiyat yolculukları düzenliyorsunuz. Bu turlarınızda İran’ın hangi yönlerine odaklanıyorsunuz? Nereleri gezdiriyorsunuz?
Dünya edebiyatında büyük etki bırakmış ediplerin makamlarından tarihi kentlerin ara sokaklarına, Pers İmparatorluğu’nun başkentlerinden Pers imparatorlarının mezarlarına, arkeoloji, sinema ve müzik müzelerinden camiler, kiliseler ve Zerdüşt tapınaklarına, bozulmamış köylerden tarihi köprü ve kapalı çarşılara dek çoğu UNESCO Dünya Miras Listesi’nde bulunan sayısız eser görüyoruz yolculuklarımda. Dışarıdan hiç de öyle görünmeyen İran’ın gerçeklerinin üzerindeki örtüyü kaldırmaya odaklanıyorum. Yolculuğun başında bir şaşırma, sonunda bir sorgulama hali oluşturabiliyorsam ne mutlu bana.
(Evrensel Gazetesi-Özlem Ertan Haberi)
Comments are closed